25 Şubat 2014 Salı

Dün ve Yarın Arasında Mavi Marmara

4 OCAK 2011 SALI



Filistin, uzun yıllardır, İslam dünyası için bir mihenk taşı oldu. Görmezden gelenler, görüp de taraf olmayanlar, taraf olup da siyasi düzlemde nihai sonuca götürücü söylemler kuramayanlara ve hatta ihanet edenlere kadar geniş bir dairenin merkezinde oldu Filistin.

İşgali ve işgalciyi tanımlamaktan aciz ucube siyasi yapılar ve yönetimler uluslararası camiada “çıkar” hesabı üzerinden bir mantık yürütürken, meselenin aslında nasıl “kendisi olmak”, “hür olmak” ile bağlantılı olduğunu bilmiyormuş gibi davrandılar. Türkiye halkı “One minute” olayının şaşkınlığı ve mutluluğunu yaşayana kadar Filistin meselesine devlet bazında sahip çıkmaktan ziyade sivil inisiyatifler tarafından yürütülen ve birçoğu da maddi yardım boyutunu aşmayan çalışmalara aşinaydı. “One minute” olayının akabinde birçok insanın aklına, ABD Başkanı Clinton’un bir koltuğun üst kısmına oturur vaziyette, dönemin Türkiye Başbakanı Bülent Ecevit’in ise ayakta hazır bir şekilde durduğu fotoğraf geldi. Böylelikle, Davos’ta ortaya konulan fotoğraf, Türkiye Cumhuriyeti Başbakanının uluslararası camia nezdinde halkının onurunu da koruyabilecek güçte olduğunu göstermiş oluyordu. Bu onurlu tablonun Türkiye’nin günlük çıkarlarının ötesindeki bir meseleye, Filistin’e yönelik bir konuda gerçekleşmiş olması ise vakaya bambaşka bir anlam yüklüyordu. Tablo sevindirici olsa da, Filistin konusunda kesintisiz bir duyarlılık ve hassasiyetin oluşması için durmaksızın çaba sarf eden sivil inisiyatifler geri adım atılıp atılmayacağına yönelik bir endişeyi de taşıyordu. Nitekim çok geçmeden Türkiye tarafından ortamı yumuşatıcı adımlar atıldı.

Türkiye halkının Filistin konusundaki duyarlılığını çok iyi bilen Başbakan ve Hükümetin Filistin konusundaki tutumlarına bakıldığında, ilk günden itibaren inişli çıkışlı bir seyir görülecektir. Bu anlamda, Peres’in TBMM’de konuşma yapmasından aynı Peres’in Davos’ta aşağılanmasına, Hamas yetkililerinin davet edildiği süreçte Ak Parti flamalarının dahi örtülmesinden siyonistlerin OECD’ye kabulüne kadar birçok olay sayılabilir. Türkiye halkı ise net tavır sergileme açısından Türkiye Devletinden daha öndedir. Halkımız siyonist işgali telin etmede ve siyonistlerle ilişkilerin asgari düzeye indirilmesi ve hatta mümkün ise kesilmesi yönünde ısrarlı bir tavra sahiptir. Hükümetin iniş çıkışlı bu tavrının sebebini İsrail ile Araplar ve Filistin arasında arabulucu rolü üstlenebileceğine inanıyor olmasında arayabiliriz. Ne var ki, Gazze’ye yönelik siyonist saldırı bunun kof bir hayal olduğunu ortaya koymuştu.

31 Mayıs 2010 ise Türkiye’nin siyonistler ile konumunu ciddi bir şekilde yeniden belirlemesi gerektiğini gösteren bir tarih oldu. Cumhuriyet tarihinde ilk kez sivil bir Türk gemisi uluslararası sularda askeri saldırıya uğradı ve bu saldırı neticesi Türkiye dokuz vatandaşını kaybetti. Saldırganın kimliği açıktı: Halkların düşmanı siyonist rejim. Bu saldırı ile Türkiye halkı Filistin konusundaki duyarlılığını yeni bir merhaleye taşıdı. Kazanılan dokuz şehit Türkiye halkının sadece yediğini, içtiğini ve giydiğini değil canını da Filistin ile paylaşan, Mescidi Aksa ve Kudüs yolunda kendini feda eden bir halk olduğunun kanıtı oldu. Bu şehitlerle Türkiye halkı, Filistin halkına yönelik siyonist saldırıları telin etmekle iktifa etmeyen, siyonist merkezleri kuşatan ve onların peşinde olduğunu haykıran bir halka, şehitleri makamlarına ulaştıran Mavi Marmara ise Hayber kapısındaki Ali’nin “Zülfikar”ına dönüştü.

“Zülfikar” olarak Mavi Marmara arkasına aldığı halkların, temiz vicdanların gücüyle Gazze’ye yönelik siyonist kuşatmayı ve tüm insanlık âlemini aşağılayan ambargoyu kırmayı, bu düğümü kesip atmayı hedefliyordu. Mavi Marmara Filistin önlerine taşıdığı her uyruktan yüzlerce kalp ile, uluslararası sivil/sosyal bir teşebbüs olarak başlasa da kendisinden birçok ibretin çıkarılacağı bir derse dönüşmüştür. Bugün daha iyi anlaşılıyor ki, direnişin devamı salt maddi yardım ve protesto eylemlerine değil açık siyasi ve hukuki desteğe de bağlıdır. Yine Filistin için çalışan insanların haklarının tabi oldukları devletler tarafından kuvvetli bir şekilde korunması gerekliliği de açığa çıkmış haldedir. Uluslararası kurumların güvenilmezliği de bu olayla bir kez daha ortaya konulmuştur.

Hamas, siyonistlerin 2008 sonunda Gazze’ye yönelik saldırılarına “Furkan Savaşı” ismini vermişti. Mavi Marmara’nın en genç şehidi, Mavi Marmara şehitlerinin efendisinin adı da Furkan idi. Mavi Marmara’nın siyonist saldırıya direnişi ikinci bir “Furkan Savaşı”nı doğurdu ve Hz. Hüseyin gibi mazlumca şehit olan kardeşlerimizin kanları Akdeniz’e karıştı. Onların kanlarının Gazze’ye ulaştığını İsmail Haniyye’nin müjdelemesiyle biliyoruz. Bu savaşın sembolü Mavi Marmara ise dokuz ay sonra, destanın başladığı noktaya, İstanbul’a, Sarayburnu’na getirildi. Zalime, katile, siyoniste karşı direncin adı olan Mavi Marmara, “Direniş adına ne yaptınız?” sualinin cevabını bizden sonraki kuşaklara taşıyan bir nişane olacaktır.

Şehitlerimiz Türkiyeli Müslümanlara onur ve izzetlerini geri kazandırmıştır. Şehitlerimizin hesabının sorulması ise hükümetin ve halkın boynunun borcudur. Mavi Marmara’nın anlamını çağların ötesine taşıması, atılacak siyasi ve sivil her adımın bu onur ve izzete gölge düşürmemesine bağlıdır. Türkiye, şehitlerinin kanlarını özür ve tazminat talebine sıkıştırmamalı; siyasi, diplomatik, ekonomik, kültürel ve askeri alanda yapılan ve miadı dolan her bir anlaşmayı yenilemekten imtina etmelidir. Türkiye hükümetleri Türk halkına karşı sorumluluklarının Allah’a karşı olan sorumluluklarından bağışık olmadığını bilmelidir.

Sivil inisiyatifler ise desteklerinin maddi yardımlardan öte siyasi bir çabaya dönüşmesi için çalışma alanlarını bu hizmete yarayacak zemine taşımayı da düşünmelidirler. Öte yandan, şehit yakınları ve aileleri İslam ümmetine, bu ülke insanlarına emanettirler. Onlara karşı sorumluluklarımızın hepimizin boynuna yüklenmiş bir borç olduğu da unutulmamalıdır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder