25 Şubat 2014 Salı

Guantanamo

8 ARALIK 2010 ÇARŞAMBA


“Bayram geldi
Gelmedi babam.
Benim gibi oturmuyor ki Küba'da.
Hiçbir şeyim yok.
Ramazan pidesini,
Gözyaşlarımla yiyorum...”
Şeyh Abdürrahim Müslim Dost

Guantanamo… Küba’da bulunan bir ABD üssü. Kayıtlara göre; 7 Şubat 1901’de Küba Devlet Başkanı Tomas Estrada Palma, Guantanamo bölgesindeki toprakları yıllık 4 bin dolar karşılığında ucu açık bir anlaşma ile ABD’ye devrediyor. O tarihten bugüne bölgenin değişmeyen kiracısı ABD. Guantanamo’yu “Küba’nın kalbine saplanmış bir hançer” olarak tanımlayan devlet başkanı Fidel Kastro ve devamındaki hükümetler durumdan rahatsız olsa da, Müslüman Dünya bu isme 2002’de, Amerika Birleşik Devletleri Başkanı George W. Bush döneminde, hafızalardan bir daha silinmemecesine, aşina oluyor.

11 Eylül saldırıları sonrasında, ABD’nin, Afganistan ve Pakistan ile başlayan ve ardından Ortadoğu, Afrika ve Balkan ülkelerine kadar uzanan, zaman zaman Avrupa ve Türkiye ile de ilişkilendirilen adam kaçırma operasyonlarının nihai noktası olarak karşımıza çıkan bu isim, Guantanamo, sayıları tam olarak bilinmeyen, ancak ilk zamanlar 1500 ila 2000 arasındaki bir rakama tekabül ettikleri sanılan kaçırılmış insanların tutulduğu askeri üs olarak biliniyor. Rivayete göre bu tutsaklar ABD’nin takip listesine takılmış, Ortadoğu ülkelerinin birinde en az bir defa bulunmuş ve bu ülkelerdeki örgüt üye veya sempatizanlarına en az bir defa selam vermiş El- Kaide ve Taliban şüphelileriydi. Bu insanların Guantanamo’ya uzanan serüvenleri dinleyenlerin dudaklarını uçuklatacak nitelikte. “Nasıl yakalandılar? Ne ile suçlandılar? Nasıl sorgulandılar? Nasıl kaçırıldılar? Şu an ne yaparlar? ” Bu sorulara verilecek cevaplar nasıl bir dehşet tablosu ile karşı karşıya olduğumuzu ve “Özgür Dünya” mitinin bizleri nasıl bir sihir ile görmez, duymaz ve dahi konuşmaz hale getirdiğini de açıklar halde.

Afganistan’a yönelik saldırının başlamasıyla birlikte işletilen süreç Taliban yönetiminin devrilmesiyle karşı konulamaz bir hal almış ve Pakistan ile diğer ülkelere sıçramıştı. Bu dönemde Taliban mensubu olması sebebiyle Kabil ve diğer şehirlerde sokaklarda infaz edilen kişilerin dışında, Afganistan’da misafir olarak bulunan kişiler de, şayet infaz edilmekten kurtulabilirlerse, El Kaide üyesi olma şüphesi ile gözaltına alınıyor ve Taliban hükümetine yönelik nefret duygusunu tatmin etmeye yönelik olarak yapılan işkencelerin ardından Amerikan askerlerine teslim ediliyorlardı. Bu dönem de Amerika’nın da teslim edilen her yabancı için Kuzey İttifakı üyelerine bir miktar para verdiği biliniyor.

Amerika teslim aldığı Taliban üyelerini ve yabancıları “yasadışı düşman savaşçılar” olarak tanımlıyor ve bunların Cenevre Sözleşmesi kapsamında olmadıklarını iddia ediyordu. Hâlbuki Taliban rejiminin bazı ülkeler tarafından tanındığı, Afganistan’ın ise zaten Birleşmiş Milletlerde temsil edilen bir ülke olduğu açıktı. Amerika, Taliban’ın temsilcilerini kendi ülkesinde bulundurmasına, Taliban temsilcilerinin Amerikan üniversiteleri dâhil birçok kurumda konferanslar vermesine müsaade etmesine rağmen onları, hem de kendi ülkelerinde, “yasadışı düşman savaşçı” olarak ilan etmekle, ihlali gerçekleştirenler kendileri olduğunda uluslararası hukukun, Cenevre Sözleşmesi ilkelerinin ya da insan haklarına dair belgelerin ancak bir süs malzemesine dönüştüğünü ortaya koyuyordu.

Bu “yasadışı düşman savaşçılar!”ın tutuldukları Guantanamo Bay kampını biz, dünya medyasına yansıyan ve hafızalara öylece kazınan, aşağılandıkları, eziyete uğradıkları her hallerinden belli olan tutsakların, turuncu tulumları içindeki fotoğraflarıyla tanımış olduk. Kampın kuruluşu için Amerika’da yürütülen yasa çıkarma ve propaganda süreçlerini ele alan Naomi Wolf, The Guardian’da yayımlanan “Fascist America, in 10 easy steps” başlıklı yazısında Bush döneminde açılan bu toplama kampını “Sovyet Çalışma Kampları”na benzetiyor ve şöyle diyordu:
“11 Eylül 2001’de vurulduktan sonra, ulusal şok içindeki bir devletteydik. Altı haftadan daha az bir süre içinde, 26 Ekim 2001’de, tartışılması küçük bir ihtimal olan ABD Vatanseverlik Kanunu, bir toplantı ile geçti ki, (Kongre üyelerinin) birçoğu yasayı zar zor okuyacak zamana sahip olduklarını söylediler. Burada bizim yeni bir savaşa ayak bastığımız, “medeniyeti yok etmeye” niyetli bir “küresel hilafet”e karşı “küresel savaş”ın içinde olduğumuz anlatılıyordu. Başkaca kriz zamanları da oldu ki, Amerika sivil hakların sınırlarını kabul etti; Lincoln’ün iç savaş sırasında ilan ettiği sıkıyönetim ve İkinci Dünya Savaşı’nda binlerce Amerikan vatandaşı Japon’un enterne edilmesi gibi. Fakat bu durum, Amerikan Özgürlük Ajandası’ndan Bruce Fein’in notlarındaki gibi, emsalsizdir: Bizim tüm diğer savaşlarımız bir bitiş noktasına sahipti. Öyle ki, sarkaç özgürlüğe doğru geri dönebiliyordu. Bu savaş ise zaman olarak açık uçlu ve mekân olarak ulusal sınırları olmayan – yeryüzünün kendisinin bir savaş alanı olduğu- şeklinde tanımlanıyordu. Bu sefer, diyor Fein; Son tanımlanmayacak.
İlk olarak herkesi korkuttunuz ve gelecek adım (Bush’un yaptığı gibi; o, Guantanamo Bay’da kanunen ‘dış mekân’ olarak konumlandırılan bir Amerikan gözaltı merkezi oluşturmak istedi) işkencenin yer aldığı, kanun dışında bir hapishane sistemi yaratmaktır.
Evvela, oraya gönderilenler vatandaşlar tarafından yabancılar olarak görülüyordur: baş belaları, casuslar, “halk düşmanları” veya “suçlular”. Vatandaşlar gizli hapishane sistemini baştan beri destekleme eğilimindedirler; bu onları güvende hissettirir ve tutukluların kimliği ile ilgilenmezler. Ancak yeterince çabuk bir şekilde, sivil toplum liderleri, muhalif üyeler, emekçi aktivistler, din adamları ve gazeteciler de tutuklanarak buraya gönderilir.
Bu faşist veya anti demokratik tedbirlere yönelik süreçler 1920 ve 1930’ların faşist İtalya ve Almanya’sından başlayarak 1970’lerin başarılı Latin Amerika askeri darbelerine ve sonrasına kadar uzanır. Bu açık bir toplumu çökertmek veya yükselen demokrasi isteği ile çatışmak için standart bir uygulamadır.
Tutukluların kötü muameleye tabi tutulduğu, suçlarının tanımlanmadığı ve yargılanmak için kanun/mahkeme önüne çıkarılmadığı Irak ve Afganistan’daki cezaevleri ve tabii Küba’daki Guantanamo cezaeviyle Amerika, şimdi kesinlikle, kendi toplama kamplarına sahiptir. Bush ve onun Kongre’deki müttefikleri, yakın zamanda, CIA’in bütün dünyaya yayılmış, sokaktan kaçırılmış insanları hapsetmek için kullanılan gizli hapishaneleri hakkında bilgi vermeyeceklerini açıkladılar.
Tarihteki toplama kampları yayılmaya, daha büyük, daha gizli, daha ölümcül ve daha resmi olmaya meyilli değildi.”

ABD yetkilileri, Kamp Delta, Kamp Echo, Kamp İguana ve Kamp X-Ray isimleriyle bilinen, iç içe geçmiş bu dört toplama kampında hiçbir şekilde fiziksel veya psikolojik işkence yapılmadığını ısrarla beyan etseler de, Uluslararası Af Örgütü bunun tam aksini açıklıyordu. Guantanamo’yu gören az sayıda kaynağın ifadesine göre tel örgülerle çevrili kafes hücrelerde yoğun bir sıcaklık hissediliyordu ve insan onurunu incitir bir şekilde, bu hücrelerin tuvalet ve duşları dışarıdan görünür vaziyetteydi. X Ray olarak adlandırılan bu kampın yanında bulunan ahşap bölmelerde tutsaklar sorgulanıyor, isnat edilen suçları kabul etmeleri için işkence yapılıyordu. Amerika’nın işgal kuvveti olarak yer aldığı Irak’taki hukuki sorumluluğuna rağmen Ebu Gureyb Cezaevinde yaşananları düşündüğümüzde, Amerika’nın hiçbir hukuki sorumluluk yüklenmediğini ileri sürdüğü, gözlerden uzak Guantanamo’da nelerin yaşanabileceğini düşünmek bile endişe veriyor. Bu endişeden hareketle yola çıkan bir ekip 2006 yılında Guantanamo Yolu (Road To Guantanamo) isimli bir belgesel film hazırlıyor ve hiçbir kanuni prosedüre riayet etmeksizin yakalanıp kaçırılan insanların yaşadıklarına dair süreci anlatıyordu. Belgeselde, İngiltere vatandaşı Pakistan asıllı üç gencin evlenmek için Pakistan’a gitmeleri, yakalanma ve kaçırılma süreçleri, iki yıldan fazla süren tutsaklıkları boyunca Amerikan ve İngiliz gizli servisleri tarafından sorgulanmaları, haklarında hiçbir kanıt bulunmadığı halde sayısız işkence ve suçlamaya maruz kalmaları, ismi geçen örgütlerle bağlantıları olduğuna dair itirafa zorlanmaları ve her birisinin isimleri yerine sırtlarında taşıdıkları rakamlarla adlandırılmış olmaları tüm detaylarıyla gözler önüne seriliyordu.

Guantanamo’da yaşanan trajedinin kurbanlarının her birinin kendine has bir hikâyesi olsa da, ortak noktaları niçin kaçırılmış olduklarını bile bilmemeleridir, diyebiliriz. Almanya doğumlu Türk asıllı Murat Kurnaz da bunlardan birisiydi. Pakistan’da başlayan kâbus, işkencelerle geçen beş yılın ardından son bulurken, Kurnaz, Guantanamo’da yaşananları “Hayatımın Beş Yılı” isimli kitabıyla kayıt altına alıyordu. Murat Kurnaz örneğinde Amerika, Almanya ve Türkiye üçgeninde dönüp dolaşan sessizliği görüyoruz. Vatandaşının akıbetini öğrenmekten aciz bir Türkiye, ülkesinde yasal ikameti olan ve vatandaşlık işlemleri süren bir kişinin durumu için ilgisiz kalan bir Almanya ve her ikisine de gözdağı veren bir Amerika…

Elbette Murat Kurnaz sessizlikte yitirilmiş tek kişi değildir. Misafir olduğu ülkede yakalanarak Amerikalılara teslim edilen Muhammed el-Garani’nin durumu da bu örneklerden birisi; “Muhammed el-Garani Suudi Arabistan'da büyümüştü ve Pakistan polisi tarafından tutuklandığında henüz on dört yaşındaydı. Garani Pakistan’a İngilizce öğrenmek ve bilgi teknolojileri öğrenimi görmek üzere gelmişti. İşkenceler gözaltına alınır alınmaz başladı. Neredeyse çıplak bir halde, bileklerinden tavana astılar onu. Ayakları doğru dürüst yere değmiyordu. Hareket ettiği zaman da dövdüler. ABD gözetimine verileceği söylendiğinde, işkenceler sona erecek diye, sevinçten uçuyordu. Amerikalılar onu Afganistan’ın Kandahar kentine götürdüler. Beklediğinin aksine işkenceler burada da devam etti. Garani, Ocak 2002'de Guantanamo’ya nakledilen ilk "yasadışı düşman savaşçı”lardan birisi oldu.” Garani yaşadıklarını şu mısralarla anlatıyor;

“Sana yemin üstüne yemin etseler
Gene de kollamalısın kendini,
Arapça bilmeyenlerin beldesinde.
Üç beş kuruş uğruna
Sözlerini bozar onlar.
Okumaya gelmiştim memleketlerine
Kötülükle tanıştım.
Silahlarını doğrulttular, çepeçevre sardılar camiyi
Sanki savaş alanındaydılar.
"Usul usul çıkın" dediler bize,
"Ve tek bir kelime çıkmasın ağzınızdan."
Bir kamyonun içine tıktılar bizi
Adaletsizliğin zincirleriyle bağladılar.
On altı saat yürüttüler
Ayaklarımız, zincirlerle kelepçeli.”

Biz Muhammed el-Garani’yi, “Gauntanamo’dan Şiirler Mahpuslar Konuşuyor” isimli kitabın basılmasıyla tanımış olduk. Bu kitabı Guantanamo’daki tutsakların seslerini duyurabilmeleri yolunda atılmış önemli bir adım olarak kabul etmek kuşkusuz ki, abartı sayılmaz. Illinois Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde yardımcı doçent olan Marc Falkoff, 17 Guantanamo tutsağının avukatlığını yaparken, kaçırılmış ve tutsak edilmiş bu insanların yazdığı şiirleri diğer tutsakların avukatlarının da yardımıyla topluyor ve böylelikle ABD’nin işkence politikalarını, kendinden olmayan halkaları nasıl insan dışı varlıklar olarak gördüğüne dair bakış açısını, tutsaklık süreçlerini, Guantanamo’daki gayri insani muameleleri ve tutsakların nasıl direndiğini anlatan bu eser ortaya çıkıyor.

Kimi tutsakların kâğıt kalemden yoksun bir halde olmalarına rağmen, insanlık dışı tüm muamelelere direnişin bir işareti olarak, plastik bardaklara kazıdıkları ve “daha şanslı” olarak kabul edebileceğimiz kimi tutsakların ise kayda geçtiği şiirler, psikolog, yazar Gündüz Vassaf tarafından; metin çevirileri ise şair, öykücü Bilgin Adalı tarafından Türkçeye kazandırılıyor. Marc Falkoff, kitabın giriş kısmında şunları ifade ediyor: “Tutuklulardan bazıları ülkelerine dönmek üzere serbest bırakılmışlarsa da, çoğu, haklarında herhangi bir suçlama yapılmadan, yargı önüne çıkarılmadan ve Cenevre Sözleşmeleri'nin özüne aykırı olarak, esaretlerinin altıncı yılına girmektedirler. Tamamı "tel örgünün içinde" yazılmış olan bu şiirlerin, kendileriyle birlikte tutuklu olan hapishane arkadaşları dışında bir okuyucu kitlesine ulaşabilmesi konusunda hemen hiç umutları yoktu. Ama, artık gizlilikleri kaldırılmış ve bir araya getirilmiş olan bu şiirler, kamuoyuna, Amerika'nın bu berbat esir kampındaki yaşam hakkında esirlerin kendi ağzından bilgi vermektedir. Ben ve hepsi de gönüllülerden oluşan meslektaşlarım, Guantanamo'ya ilk kez, FBI'dan "gizli" ve üst düzeyde bir güvenlik soruşturmasından geçtikten sonra 2004 Kasımında gidebildik. O yolculukta müvekkillerimizden duyduklarımız, insanı şok edici şeylerdi. Her şeyden mutlak bir biçimde yalıtılmış olarak yaşadıkları üç yıl boyunca, sürekli taciz görmüşlerdi. Zor koşullarda yaşatılmışlardı. Sonu gelmeyen sorgulamalar boyunca, uyumaları engellenmiş, gürültülü müzik dinletilmiş, çok sıcak ya da çok soğuk ortamlarda tutulmuşlardı. Cinsel olarak aşağılanmışlardı. Yaptıkları işin bu yürekten inançlı Müslümanlara hakaret olduğunu bile bile, kendilerine sataşan kadın sorgucular tarafından fiziksel alanları işgal edilmişti. En basit bir tıbbi bakımdan bile yoksun bırakılmışlardı. Ruhsal olarak çöküntüye uğramışlar psikolojik zulüm görmüşlerdi. Kesin bir tecride alınmışlardı. İfadeleri silah tehdidi altında alınmış ve kendilerine konuşmayı kabul etmezlerse ailelerinin zarar göreceği söylenmişti. İslam’ın beş şartından biri olan günlük ibadetleri [namaz] sık sık engellenmiş, Amerikan askerlerinin bilinçli olarak Kuran-ı Kerim’e hakaret etmelerini izlemek zorunda bırakılmışlardı. Başlangıçta, bu bilgilerle yapabileceğimiz çok az şey vardı. Müvekkillerimizin bize söylediği her şeyi askerlerin açıklamasına göre potansiyel bir ulusal güvenlik konusuydu ve Pentagon’un özel bir ekibi tarafından denetlenmedikçe kamuoyuna açıklanamazdı. Bu ekip, sahip olduğu yetkiyi, elimizdeki taciz ve kötü davranışlara ilişkin kanıtları ortadan kaldırmakta kullandı. Tüm belgelerimiz "gizlidir" diye damgalanarak geri döndü. Askeriyenin sorgulama tekniklerinin sır olduğu ve kamuoyuna açıklanmaması gerektiği belirtildi. Pentagon ancak dava açma tehditlerinden sonra gizlilik kararlarını yeniden gözden geçirmek zorunda kaldı ve kamuoyu dolaylı bir biçimde olsa bile, bu tutuklulara ilişkin bilgi sahibi olmaya başladı. Elinizdeki kitap müvekkillerimizin sesinin duyurulabilmesi için verdiğimiz savaşımın bir başka adımıdır. Aslında bu kitabin ya da onu oluşturan şiirlerin varolması bile mucize gibi bir şey.”

Amerika’nın Taliban’a veya Afganistan’a değil, doğrudan insanlık âlemine / insan oluşa açtığı savaşın kahredici izlerini bulduğumuz bu kitapta yer alan anlatılar, şiirler tüm gücüne, çabasına ve halkları efsunlayan propagandasına rağmen Amerika’nın “direniş” olgusunu yok edemediğini ortaya koyuyor. Kızından gelen mektupta sansürlenmeyen tek cümlenin “Seni seviyorum baba” olduğunu söyleyen Muzzam Begg’in yahut kardeşi Üstad Bedrüzzaman Bedr'le birlikte Guantanamo'da üç yıla yakın bir süre tutsak kalan Pakistanlı şair ve deneme yazarı Şeyh Abdürrahim Müslim Dost’un anlattıkları “direniş”in ümidi ve ümidin de insan olma gerçeğini ayakta tuttuğunu gösteriyor. Bunun için biz tutsaklardan Abdülaziz’in;

“Ey mahpushanenin karanlığı, kur çadırını.
Biz severiz karanlığı.
Biliriz, gecenin karanlık saatlerinden sonra
Onurumuzun şafağı sökecek.” mısralarını okuyoruz.

Göz boyayıcı bir seçim kampanyasının ardından ipi göğüsleyen Obama’nın beyanları ile tekrar gündeme gelen Guantanamo’nun önce, kapatılacağına dair haberler yayıldı. Zira Obama, bu konuda söz veriyordu! Bir süre sonra kapatma sözünün yerini tutsakların bir kısmının salınacağı ve kalanların da ABD’de bir cezaevine nakledileceği söylentisi aldı. Ancak bugün tutsakların elbise renkleri dışında hiçbir şeyin değişmediğini görüyoruz. Guantanamo, insanlık ailesinin özgür fertleri, organizasyonları ve hükümetleri için gerçek bir sınav oldu. Türkiye dâhil tüm ülkeler bu sınavı kaybetti. Dünya Guantanamo’nun kapatılması meselesini Obama yönetiminin inisiyatifine bırakmış halde ve Obama Guantanamo’yu kapatmak bir yana, buraya yeni tutsaklar getirecek bir Pakistan seferi ile meşgul halde.

Guantanamo tutsakları gösterdikleri direniş ile insanlık ailesinin onurlu mensupları olarak tarihe geçerken, Guantanamo mimarları, koruyucuları ve destekçileri ne insanlık ne de Hazreti Allah önünde hesabını verebilecekleri bir suçu irtikâp ettiler.

Guantanamo’da işkence altında hayatlarını kaybedenlerin ruhlarını selamlıyoruz. Temennimiz, zulme uğrayan bu insanların haklarının alınacağı günlerin tecelli etmesidir. Hala Guantanamo’da işkence altında bulunanların ise özgür ruhları incinmesin, selam onların aydındık yüzlerine, üzerlerine olsun ve hürriyetleri tüm insanlığın boyunun borcu olsun...

“…Ve yanından geçtiğinde yaşamımızın tanıklarının
Budanmış dalların,
Bedevi halılarının,
Kanatlanmış güvercinlerin -
Hatırla beni. Kardeşlerime selam,
Sadık kalanlara barış,
Svayman'a,
Sevdiklerime,
Özleyenlere, merhaba.
Allah'a dua edin sevdiklerim için.
Yüce Allah’ım acır belki bana…”

Abdullah Mecid en-Nueymi, Vakarlı Tutsak / Guantanamo

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder