25 Şubat 2014 Salı

İslam Dünyası Nereye?

8 EKIM 2011 CUMARTESI

Henry Munson Jr. “Ortadoğu’da İslam ve Devrim” isimli kitabında, İslami Devrimin niçin sadece İran’da gerçekleştiği ve neden diğer “fundamentalist” Müslümanların başarısız olduğu sorularına cevap ararken yirminci yüzyılın öncü Ortadoğu hareketlerine ve onların dini ve toplumsal kökenlerine ayna tutmaya çalışıyordu. Bu süreçte Munson, Sünni ve Şii dünyadaki gelenek, İslami algı, yorum ve hareket tarzlarını değerlendiriyor, İslam’da siyaset ile Müslüman ülkelerin siyasete bakış açısını analiz etmeye çalışarak, Mısır, Suriye, Lübnan, İran ve Suudi Arabistan’daki hareketlere dikkat çekiyordu. Munson yaptığı analizlerde iki geleneğin de İslam’ı siyasi çapta koyduğu yeri ve Devlet bazında bir İslam anlayışının “Devrim”de etkili olduğunu vurguluyordu.
Emperyalist Batı Dünyası’nın Müslüman coğrafyaya, hassaten Ortadoğu’ya saldırması Osmanlı’nın İslam Dünyası’nın siyasi temsiliyetini yitirmesiyle neticelendi. Birinci Dünya Savaşı sonrası oluşan yeni düzende neredeyse bağımsız hiçbir İslam ülkesi kalmamıştı. Manda yönetimi adı altında bölgeye yerleşen Batılı ülkeler Siyonistlerin bölgede maya tutması için yoğun çaba sarf ettiler ki bu, emperyalist projenin şüphesiz en önemli hedeflerinden birisiydi. Siyonist yapının BM çatısı altında tanınması ve Türkiye dahil bazı İslam ülkelerinin bu yapı ile siyasi ilişkiyi kabullenmeleri Batı Dünyası’nın bu yolda hayli mesafe kat ettiğini ortaya koymaktadır. Böyle de olsa her dönemde, değişik temellerde yükselen bir karşı koyuştan söz etmek de mümkündür. Arapların meselesinden Filistinlilerin meselesine dönüşen ve İran İslam İnkılâbı’nın ardından Ümmetin meselesi olarak telakki edilmeye başlanan bir direniş hattıdır bu. Zaman içinde birçok problemi göğüslemek zorunda olan bir direniş öyküsü.
Emperyalist ve Siyonist odakların çıkar hesabı güttüğü bölgelerde kültürel ve siyasi anlamda kullandıkları en önemli argümanlardan birisi mezhepsel farklılıklar ve bu farklılıklara ilişkin ayrılıkçı fikirler idi. Temelde Sünni ve Şii gelenek üzerinde büyüyen İslam dünyası ibadi farklılıklar bir yana ne yazık ki siyasi bir birliktelik etrafında toplanmayı da başaramamıştı. Geçtiğimiz yıllarda Irak'ın ileri gelen Şii Ayetullahlarından olan Cevad el Halisi yaptığı bir söyleşide Şii ve Sünni dünyanın birbirini tanımadığı, birbirlerinin kaynaklarını okumadığı yönünde görüş beyan ederken; “Ehli Sünnet Peygamber Efendimizin sünnetine bağlı olan, onun yolundan gitmeye çalışanlara denir. Bir Müslüman peygamberin sünnetine uymaya, onun yolundan gitmeye karşı çıkabilir mi? Hayır çıkamaz. Kur'an'da da ifade edildiği gibi Peygamber Efendimiz bütün Müslümanlar için en güzel örnektir. Müslümanlar ancak onu kendilerine örnek alarak kurtulabilirler. Peki, Ehli Şia nedir? Peygamber Efendimizin ailesini, akrabalarını sevenlere de Şiiler deniyor. Dünyada hiçbir Müslüman var mıdır ki efendimizin Ehli Beytini, akrabalarını sevmesin. Ben şimdiye kadar böyle bir Müslüman görmedim. Şiilerle Sünniler arasındaki bazı ihtilaflı meseleleri tartışmak, bu meselelere çözüm bulmak ise âlimlerin işidir. Biz bu yönde büyük bir çaba içerisindeyiz” diyordu. İslam dünyası mezhepçi, hizipçi bakış açılarından sıyrılarak siyasi bir birlikteliği hedefleyen âlimlerinin bir kısmını ahirete uğurladı. Bir kısmı ise birlik çağrısını sürdürüyor. Ne var ki, yeryüzünü saran medya ve iletişim ağını kıramayan Müslümanlar onların bizi yirmi dört saat boyunca aralıksız kuşatan taarruzu sebebiyle ümmetin birliğine yönelik çağrıların etkisini derinden hissedemiyor. Söz gelimi, Türkiye’de ve İran’da sınırın iki tarafında yapılacak sosyolojik bir çalışma kuvvetle muhtemel benzer reflekslere/hassasiyetlere sahip Sünni ve Şii gençlerin birbirlerini yabancıladıkları ve hatta dinin sınırlarının dışında gördüklerini ortaya koyacaktır. Halbuki Cevad el Halisi’nin de belirttiği gibi her iki genç de Allah ve Resulü’ne iman etmiş, Ehli Beytine ve ashabına muhabbet besler vaziyettedir. İki gencimiz de Hz. Hüseyin’in kıyamına selam durur ve şahadetine sebep olanlara buğz eder ve lanetler haldedir. Kendi mezhebinden olmayanın imanından şüphe eden bu yaklaşım sanki genetik bir kodmuşçasına zihinlerimize/iliklerimize işlemiş haldedir. Öyle ki, her iki tarafın aydınları, entelektüelleri ve yazarları arasında da zuhur etmektedir. Hakikatin gerçek ve tek yorumuna sahip olduğumuz zannı bizi “Gerçek ve hakiki Müslüman biziz.” sanrısına sürüklemektedir. Müslüman olmanın şartları apaçık ortadayken bile bundan kurtulamamaktayız.
Genetik bir kod gibi zihinlere miras bırakılan mezhepçi bakış açılarını önleyecek kişiler, öncelikle İslam Dünyası’nın kadınlarıdır. Onların Yahudi toplumunun kadınlarından farkı İslam’ın herhangi bir etnik kimliğin dini olmadığını ve yine tabi oldukları mezhebin İslam’ın tümü değil ancak bir yorumu olduğunu anlatmaları, çocuklarını böylece yetiştirmek için çabalamaları olacaktır. Bilinç aşımı sürecini ise siyasi bir birliktelik düşüncesi tamamlamadığı sürece Müslümanlar yenilgilerden yenilgi beğenmek zorunda kalacaktır. Zira Emperyalist ve Siyonistlerin hedefi Müslüman halkların nasıl ibadet ettiği ile ilgili değil, onların siyasi, sosyal ve kültürel alana müdahale eden bir din anlayışları olması ve bunu hayata geçirme çabalarıdır. Bu çaba ise adalet iddiasında bulunarak, Müslüman beldelerin yeraltı ve yerüstü kaynaklarıyla halklarının sömürülmesine karşı duracak ve İslam Dünyası’nın menfaatini gözetecek bir anlayışı ihtiva eder. İran İslam İnkılabı lideri İmam Humeyni Irak’ı işgal eden İngiliz ordusundan bir subayın sözlerini aktarır ve akabinde bunu şöyle yorumlar: “Irak’ın İngilizler tarafından işgali sırasında, İngiliz subaylarından birisi, şöyle sormuştu: Şu anda minare’de ezan okumak üzere olanın, İngiltere siyasetine zararı var mıdır? “Hayır!” cevabını verdiler. “Şu halde bırakın ne isterse söylesin!” dedi. Siz emperyalistlerin siyasetine karışmazsanız, İslam’ı da sadece her zaman söz konusu ettiğiniz kurallardan ibaret bilirseniz ve asla onları itham etmezseniz, onların da sizinle işleri olmaz… Siz istediğiniz kadar namaz kılınız. Onlar sizin petrolünüzü istiyorlar, namazınızla işleri ne? Onlar madenlerinizi isterler, ülkemizin, onların ürettikleri mallar için Pazar olmasını isterler, bu sebeple onların diktikleri hükümetler sanayileşmemize engel olurlar veya bağımlı ve montaj sanayi’i kurarlar”
Munson’un Devrim’in neden bir Şii ülkesinde gerçekleştiği yönünden yapmaya çalıştığı tespitlerde de yer aldığı gibi, şüphesiz Devrimi başaranın, İslam’ı devlet ve siyaset bazında görmek isteyen bir topluluk olduğunu teslim etmemiz gerekecektir. İslam Dünyası’ndaki mezhepçi ve hizipçi taassupların kırılması ve yine siyasi bir birlikteliğin gerçekleştirilebilmesi için iki geleneğin birbirinin tecrübe ve hatalarından ders çıkarması gerekmektedir. Bu noktada Ali Korani’nin şu görüşlerine katılmamak mümkün değildir; “Şii ulema müessesi, merci, velayeti fakih, temsilciler ve vekiller noktasında fıkhi bakış açısına uygulamaya yoğun çaba harcama ihtiyacındadır… Sünni ulema müessesesinin de iki harekete ihtiyacı vardır: Birincisi ulemaya maddi ve manevi baskının kaldırması için, hükümet müesseselerine baskı yapmaktır. İkincisi: İslam’ı hâkim kılmak için Müslüman halkları idare edecek mücadeleci ulema müessesini kurmak ve tüm güçleri bu hedef üzerine yoğunlaştırmak”
Bunları gerçekleştirmek için bekleyecek yüzyıllarımız olmadığı açık. İslam Dünyası’nın tüm aklını, aşkını, vicdanını, sabrını, gayretini harekete geçirmek için kaybedilen ömürlerin aksine kaybedecek bir günümüz bile yok.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder