25 Şubat 2014 Salı

Üçüncü İntifada ve Mavi Marmara

25 MAYIS 2011 ÇARŞAMBA


Çoğunluğu Rusya ve Avrupa’dan gelen Yahudilerin İngiliz desteğiyle Filistin’i adım adım işgali ve bu işgali sosyal, kültürel, ekonomik, psikolojik ve askeri yollarla meşrulaştırma hedefi 15 Mayıs 1948’de David Ben-Gurion’un Siyonist İsrail devletini ilan etmesiyle ete kemiğe bürünmüştü. Aynı gün aynı saatler içerisinde Siyonist çeteyi tanıdığını ilan eden ilk devletin ABD olması ise şüphesiz bir tesadüf değildi. İngiliz İmparatorluğunun etki alanının varisi “Big Brother”ın Müslüman Dünya’nın merkezinde çatışmayı sürekli kılacak ve tarihten kopmuş Müslüman Dünya’yı Amerika’ya mecbur edecek bir aracın varlığından memnuniyet duyması makuldü. Amerika’nın kanatları altında kanla beslenerek büyüyen Siyonist yapının hedefi ise aleniydi: Vaat edilmiş topraklar üzerinde büyük İsrail Devletini kurmak. Siyonist söylemin dini bir zorunluluk ve ertelenemez bir vecibe olarak tanımladığı bu hedefe varmak için kullanılacak her yol mubahtı. Uzun vadeli planların temelinde Filistin’deki nüfus dengesini siyonistler lehine değiştirmeyi öngören Yahudileri “asıl yurtları”nda toplama arzusu vardı ve dünyaya “Topraksız bir halka, halksız bir toprak” yalanını anlatan lobilerin başlıca görevi Filistin’i Yahudi yerleşimine hazır boş bir ülke olarak göstermekti. 1948’den bugüne değişen İsrailli yetkililerin, hiçbir zaman köklü değişime uğramamış politikaları bu minval üzereydi; Topraksız bir halka halksız bir toprağı ne pahasına olursa olsun yurt edinmek.


Siyonist işgalin “halksız toprak” dediği yerde yaşanan Sabra ve Şatilla, Kudüs, Hayfa, Cenin, Rafah, Hz. İbrahim Camii, Deir Yasin, Ürdün sınır köyleri ve Dökme Kurşun Operasyonu katliamları ile tüm bu katliamlara rağmen süregelen direniş dünyaya bu toprakların iddia edildiği gibi boş olmadığını göstermiştir. Bununla birlikte, kendi çıkarları için Batı’nın emrettiği şekilde davranan ve çoğu Arap olan Ortadoğulu lider bu katliamlar karşısında suskun kalmış ve hatta bu katliamların sebebi olarak direnişin varlığını göstermişlerdir. Türkiye gibi, siyonist mantığı göz ardı ederek arabuluculuğa soyunan ülkelerin çabaları ise boşa çıkmıştır. Zira Siyonist mantık, “Allah’ın seçilmiş kullarının” vaat edilen topraklara ulaşması için ne “barış girişimleri”ni kale alıyor, ne verdiği sözleri tutuyor, ne de uluslararası kurum ve platformlarda getirilmiş kuralları tanıyordu. Siyonistlerin bu tavrı direnişten başka bir yolun Filistin’i özgürleştiremeyeceği gerçeğini ispat ediyordu.


İşgalle birlikte başlayan direniş hareketleri başlangıç itibariyle yerel olması sebebiyle Arap Dünyası’nın Filistin’i sadece Araplara ait bir mesele olarak gören yaklaşımını aşma imkânı bulamasa da, Arap ülkelerinin Filistin’i işgalden kurtaramayacaklarının anlaşılması ve İran’daki rejim değişikliğinin Filistin’i Müslümanların ortak bir meselesi yapma vaadi neticesinde yerel özellikleri aşan bir kuvvete dönüşüyordu. Direniş’in gözle görülür bir şekilde değişen renginin ilk semereleri birinci ve ikinci İntifada’nın birçok hesabı bozan varlığı ile alınıyordu. Direnişin Filistin halkının önemli bir kesimini harekete geçirme kabiliyetini ortaya koyan İntifada, hayatın birçok alanını mücadelenin birer cephesine dönüştürüyor ve Filistin halkının her bir cephede yeni bir tecrübe kazanmasını, yeni bir gerçeklik ile yüzleşmesini ve direnişin ilerleyen aşamalarında kendisini revize etmesini sağlıyordu.

İntifada’yı bastırmaya yönelik katliamlar ise eskiye nazaran daha büyük bir öfke ile telin ediliyor, saldırı ve katliam haberlerinin ardından sokaklara dökülen ancak çabalarını siyasi bir manevraya dönüştüremeyen halklar ise yönetimlerinin yarattığı utancı yüzlerinde taşıyordu. Bu ülkelerden birisi de hiç kuşkusuz Türkiye idi. Siyonistlerle yapılan onlarca anlaşma sebebiyle niteliği belirsiz politikamız, kendimize biçtiğimiz arabulucu rolümüz, Nato çerçevesinde görünse de Amerikan kuvvetlerinin haksız kullanımına açtığımız üslerimiz ve Batı’ya her alanda bağımlı oluşumuz bizi her adımda mahcup edecek bir yolda ilerlemeye mecbur ediyordu. Başbakanın Davos’taki çıkışı moralleri yükseltse de Türkiye, siyonistlerin OECD’ye kabulünü veto edemiyor, katil Peres’e Türkiye Büyük Millet Meclisine hitap etme imkanı vermekten ve vekillerin bir katili alkışlamasını sağlamaktan geri duramıyordu. Bu çarpık tutum Türkiyeli Müslümanların Filistin konusundaki talep ve beklentilerini karşılamıyordu. Siyasi ve askeri yardım sunma imkânları olmasa da, insani yardım göndererek Filistin davasındaki yerlerini almak isteyen Türkiyeli Müslümanlar İHH öncülüğünde hazırlanan “özgürlük filosu” ve bu filonun sembol ismi Mavi Marmara gemisi ile Filistin davasına desteklerini sunuyorlardı. Filonun amacı açıktı; Gazze’deki ablukayı delmek, Filistin’de yaşanan dramı Dünya kamuoyuna duyurmak ve toplanan yardımları ulaştırmak. Çoğunluğu Türk vatandaşlarından olmak üzere onlarca ülkeden 600’ü aşkın misafiri ile yola çıkan filonun amiral gemisi Mavi Marmara 3o Mayıs 2010’da uluslararası sularda seyrederken siyonistlerin askeri saldırısına uğruyordu. 9 Türk vatandaşının hayatını kaybettiği -şehit olduğu- bu saldırıda yüzlerce kişi de yaralanıyor, akabinde Siyonistlerin hapishanelerinde tutsak edilerek baskı görüyordu. Cürümün büyüklüğü ortadaydı ve fakat siyonistlerin cüreti de öyle…


Siyonistlerin saldırı taciz, tecavüz ve katletme anlayışından bihaber olanlar, siyonistlerin ekmeğine yağ sürercesine, filonun meşruluğunu tartışırken, bir dönem siyonist İsrail Parlamentosunda görev yapmış insan hakları aktivisti Uri Avnery, bunların aksine, “Gerçek bir soruşturmadan kim korkuyor?” başlıklı yazısında siyonistlere hiçbir zaman cevaplanmayacağını belirttiği 81 soru yöneltiyordu. Avnery’nin, “İsrail 2006 yılında Gazze Şeridi’ni kendisinden ayırdığını resmen ilan etmişken ve yine buraya giren gemilerin İsrail’in hükümranlığına tecavüz ettiği iddiasının aksine, Gazze Şeridi hiçbir zaman İsrail’e ilişik olmamışken, İsrail hükümeti Gazze Şeridi’nin karasularının İsrail karasularının bir parçası olduğunu niçin defalarca ilan etti? Niçin Başsavcılık dairesi İsrail’e girmekle herhangi bir ilgisi olmayan barış aktivistlerini İsrail’e yasadışı şekilde girmeyi denerken milletlerarası sularda yakaladığını açıkladı ve onları tutukluluk sürelerinin uzatılması için “İsrail’e yasadışı giriş”le ilgili kanun maddesi altında hâkim önüne getirdi?” soruları elbette cevapsız kaldı ve onun, “Bizim askerî ve siyasî liderlerimiz neyi saklamaya çalışıyor?” sorusu da aynı şekilde cevapsız kalacak.


Türkiyeli Müslümanların Siyonistlerin vereceği cevaba ihtiyacı yoktur. Türkiyeli Müslümanlar Filistinli kardeşlerinin kanlarına kattıkları kanlarıyla Türk hükümetlerinin ayıbından ari olduklarını göstermişlerdir. Ancak adaletin yeryüzünde tecellisini görmek de onların hakkıdır. Türkiyeli Müslümanlar Mavi Marmara’nın dönüş yolunda, Çanakkale’de yaşadığı tutsaklığın, siyonist katillere karşı Türk mahkemelerinde açılması geciktirilen ceza davasının ve hükümetin yoğunluğu azaltılmış gibi görünse de, siyonistlerle devam eden ilişkisinin mağduru olduklarının da farkındadırlar. Onlar, ambargonun varlığının devam ettiğinin, hükümetin, medyanın ve tavırlarıyla siyonistlerin yanında yer aldıkları aşikâr olan bir kısım akademisyenin Mavi Marmara davasını uluslararası kurumların eline bırakan tutumlarını da idrak etmektedirler. Yine Türkiyeli Müslümanlar MAZLUMDER tarafından hazırlanan ve hükümeti Mavi Marmara davasını siyasi olarak engellemekle suçlayan raporu da bilmektedirler. Türkiyeli Müslümanların sitemi sadece hükümete yönelik de değildir. Yaptığı bir söyleşide, “Mavi Marmara saldırısı sonrasında açılması beklenen davalar neden bir türlü açılamıyor. Adli Tıp’ta filan neler oluyor?” sorusuna “Dava süreci devam ediyor. Bu konu ile alakalı artık nedenini sorgulamıyoruz?” cevabını veren ve davanın takibini nedeni anlaşılmaz bir şekilde Mavi Marmara Derneği isimli bir derneğe bırakan İHH Genel Başkanı Bülent Yıldırım’a da sitem etmektedirler. Türkiyeli Müslümanlar İHH’nın da kendilerini yeterince bilgilendirmediğini düşünmektedirler.

Mavi Marmara bir milattır. Tüm dünya Mavi Marmara ile Filistin meselesinin neresinde ve nasıl durduğunu ortaya koymuştur. Üçüncü İntifada Mavi Marmara’nın güvertesinde, Çetin Topçuoğlu, Ali Haydar, Fahri Yaldız, Cengiz Akyüz, İbrahim Bilgen, Cengiz Songür, Necdet Yıldırım, Cevdet Kılıçlar ve 19 Yaşındaki Furkan Doğan’ın şehit düşmesi ile başlamış ve 15 Mayıs 2011’de, Nakba’nın yıl dönümünde üç koldan Filistin’e yürüyen insanlardan bir kısmının bu şehitlere katılmasıyla alevlenmiştir. Onlar bu uğurda canlarıyla bedel öderken geride kalanlara da ağır bir sorumluluk bırakmışlardır; her ölümün hesabı sorulana kadar adalet talebinin peşinde koşmak. Bu sorumluluk yapılması beklenen ikinci Mavi Marmara seferinden evvel karşımızda durmakta. Bu sorumluluğu ifa edip etmediğimiz ise hala tartışılabilir halde. Türkiyeli Müslümanların Mavi Marmara davasını ne kadar takip edebildiği, hükümete göre hangi konumda durdukları hala belirsizliğini korumakta. Ceza davasının açılmaması bir yana, “artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” diyen Sayın Cumhurbaşkanının siyonist İsrail yetkililerini en üst düzeyde daveti ve New York Times için kaleme aldığı makalede “Türkiye, İsrail komşularıyla barış sürecini devam ettirmeye hazır olduğu sürece, geçmişte oynadığı rolü oynamaya hazırdır.” şeklindeki beyanı bizim Mavi Marmara’yı bir yol kazası olarak gördüğümüzü ortaya koymaktadır.


Üçüncü İntifada’yı başlatan Mavi Marmara tarihteki yerini almıştır ancak, Türkiye Müslümanlarının takip etmedikleri, ardında duramadıkları Mavi Marmara davası için Türkiye halkına bir özür borcu vardır. Bu borç ise, siyonistlere yönelik, “akıllı ol, ikinci filoya saldırma” çağrısı ile ödenmez. Bu çağrı hükümete yöneltilmeli ve “adil ol, hakkımızın yenmesine müsaade etme” denmelidir. Şehitlerin ardından kaygısız bir sabaha uyanmak istiyorsak, bu böyle olmalıdır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder